Röportaj çok enteresan bir dönüşlü fiil bence. Soracağın sorular hazır olsa da yanıtların içinden çıkan yeni sorularla muhabbet bambaşka bir yere gidebiliyor. Daha da ilginci, röportaj yaptığın kişinin verdiği cevaplara şaşar hale gelmesi. Belki o güne kadar düşündüğünün bile farkında olmadığı, o kadar da önem verdiğini düşünmediği, başkası yaptığında rahatsızlık duyduğu şeyi kendisinin de yaptığını kendi sesinden duyması biraz çelişkili bir ortam yaratıyor. Ya da tam tersi! Ne kadar güzel bir şey yapıyor olduğunun hiç farkında olmadığını görmesi. Gel-gitler.
Jehan Barbur’un aşağıdaki röportajını izlediğimde bir şeyi fark ettim. Sanıyorum en önemlisi insanın kendi kendisi ile muhabbetinin iyi olması. İçe dönmek diyor ya Barbur, tam da demek istediğim şey bu. Dönüp içine baktığında ne bulduğun, bulduğun şeyden memnun olup olmadığın, eğer memnun değilsen düzeltip düzeltemediğin… Düzeltebiliyorsan ya da en azından çabalıyorsan ne mutlu. “Yok bu saatten sonra değişemem. 7’mde neysem 70’imde de o olacağım” diyorsan, o ayrı. Kendi dışında geliştiğini düşündüğün hayata sayıp sövmek ya da methiyeler düzmek kolay da bir dön bak bakalım içine, ne çıkacak? Sen senden ne kadar memnunsun?
Günlerim bugünlerde gazetecilerle röportaj yaparak geçiyor. Onlara soruyorum, “Mesleğinizi yaparken en çok ne zaman zorlandınız?” ya da “Yapabilmek için neleri feda ediyorsunuz?” diye. Cevaplar muhtelif. Halkın haber alma özgürlüğünü korumak adına işsiz kalma tehlikesi ile girdikleri mücadeleyi, mobingleri, maruz kalmaları, mağdur olmaları konuşuyoruz uzun uzun. Acı kelimeler var, adı geçmeyecek olsa anlatılamayacak hikayeler. Ben tam da bunlarla boğuşurken patladı Ankara’da iki bomba art arda. Resmi rakamlar bir yana, bizden, onlardan, partili ya da çocuk… nefesimiz kesilirken Ankara’da fotomuhabirlik yapan bir arkadaşımın haberi geldi. 20 metre yakınında patlamış bomba ve sarsıntısı ile düştüğü yerden kalkıp fotoğraf çekmeye devam etmiş. Artık daha fazla ne denilebilir ki.
Sosyal medyada uzman psikologlarca “Travma Yaşayan Bireylere Nasıl Destek Oluruz?” yazıları paylaşılıyor. Bir Adli Tıp uzmanının, patlamanın ardından sadece insanlara değil, tüm canlılara ne olduğu/olacağı bilgileri… Travma yaşamayanımız kaldı mı? Canı yanmayanımız, depresyona girmeyenimiz? Hala umuttan bahsedebilenimiz, “mutluyum” diyebilenimiz…
Bugün tepeden tırnağa herkes yaralı.
Bugün kara.
Benim canım Ankara’mda, ülkemde bugün hayat kapkara.
Yarın da öyle olacak, ertesi gün de.
Veysel’in yeşil gözleri gitmiyor gözlerimin önünden.
Yavuz Hakan Tok’un blogunda aslında Göksel’in Harbiye açıkhava konserine dair değerlendirmesini okurken denk geldim Milliyet Sanat için yapılan Oya Bora röportajına. Sonra youtube’dan sevdiğim şarkılarını aradım ama bulamadım derken, bilmediğim ama dinleyince sevdiğim bir şarkılarına denk geldim.
Pop müziğin yeni yeni şekillenmeye başladığı dönemde yaptıkları iyi albümler, ardından gelen dizi ve film müzikleri için söylenecek çok şey var belki ama röportajın en sevdiğim cümlesi Oya Küçümen’den gelmiş Tok kendilerine “Oya Bora ikilisinin kült hale gelmesinde, bugün hâlâ o dönemde çok küçük yaşta olanların bile hatırladığı, sevdiği bir dönem ikonu olmasının sebebi ne peki sizce?” diye sorduğunda:
“Ben biraz bizi gerçek dışı bir âlemde hayal eden dinleyicilere bağlıyorum. Hani Peter Pan masalı gibi bir hayal dünyası vardır ya; orada kötülük yoktur, orada ihanet yoktur, orada acı çekilmez. Bizim şarkılarımızı dinleyen insanlar bizi ve kendilerini biraz da o dünyanın insanı gibi görüyorlar.”
Naiflik her daim devam eden, sonradan edinilemeyip kökten var olan bir özellik sanırım.
Ben Peter Pan alemine doğru yol alıyorum biraz…
Akran zorbalığı adama neler yaptırıyor! İleri derecede konuşma bozukluğu nedeni ile 12 yaşında, artık arkadaşlarının geçtiği dalgalardan yılıp susmayı tercih etmek korkunç bir ruh hali olsa gerek. Benim gibi çenesi düşük bir insan için düşünüyorum da.. fena! Muhammed Yıldırır için öyle olmamış ama. Konuşamamasına çare olarak aileden gelen keman çalma yeteneğini konuşturmak gibi çok zekice bir yol seçmiş Yıldırır. (Babası Ali Yıldırır’ın Müzeyyen Senar, Münir Nurettin Selçuk ve Zeki Müren’in başkemancısı olduğu bilgisini paylaşmalıyım sanırım bu noktada)
İlk eseri “Şeytan’ın Rüyası”nı da 12 yaşında Paganini’ye öykünerek yazmış olması bir tesadüf değil elbet. 16 yaşında bestelediği “Meleğin Gözyaşı” noktasına geldiğinde orkestralarda solistten rol çalmaya başlamış. Ondan sonra da gelsin uçuşan parmaklar gitsin dünya rekorları. Dünya rekoru dediysem hiç yabana atılacak bir rekor değil. Henüz 27 yaşında: Türkiye’nin en genç keman virtüözü ol. Üzerine geçen ay Guinness Rekorlar Kitabı’na gir. Hem de Nikolay Rimsky-Korsakov’un kemanla çalınması en zor eseri ‘Yaban Arılarının Uçuşu’nu 37 saniyede çalarak!
Hala kekeme bu arada ama artık bu konuda tedavi görmek gibi bir derdi kalmamış. “Şu an İstanbul Üniversitesi Kompozisyon bölümünde üçüncü üniversitesini okuyor, bir de ‘Si Majör’ orkestrasının şefliğini yapıyor. Türkiye’deki CEO’lar ve yönetim kurulu başkanlarından oluşan bu koro, bir sosyal sorumluluk projesi. Eylül-ekim gibi konserlere başlayacak, gelirini de engellilere bağışlayacaklar. Küçükken ‘dilsizliği’ nedeniyle bir kişiyle bile konuşamazken, şimdi verdiği konserlerle, binlerce kişiye sesleniyor. Halinden de memnun.” demişler Hürriyet’e verdiği röportajda. Ne diyeyim. Konserine falan da gideriz bir denk gelirse belki..
Yakın zamanında yapılan bir televizyon röportajında Özdemir Erdoğan’a sordular: “Hala en sevilen ve söylenenler arasında bu kadar çok şarkınız olmasına rağmen neden klip çekmiyorsunuz eski şarkılarınıza?”…
Cevap çok güzeldi: “Bu şarkıların nasıl yapıldığını anlatmalıyım sanırım size küçükhanım” dedi Özdemir Erdoğan. “Çok okurduk biz. Okur, okuduklarımızı birbirimizle mutlaka paylaşırdık. Sadece Türk sinemasını değil, dünya sinemasını takip ederdik. Şiir değildi tek ilgimiz şarkı sözü olur diye. Romanlar, bilim, felsefe… Doğa yürüyüşleri yapmaya bayılırdık. Piknikler, akşam yemekleri hep beraber. Akşamları bir araya gelir, pikaba bir plak koyardık. Bir köşede birileri müzik üzerine konuşurken diğer köşede birileri o müziğin verdiği ilhamla söz yazar ama ekran olmadığı için hepimiz o şarkıyla kendi hülyamıza dalardık. Herkes kafasında kendi aşkını yaşardı, hayal kurabildiği kadar… Şimdi bakıyorum da, klipte şarkıcı sevgilisine olan aşkını anlatıyor. Arkasında biri sarışın, biri esmer, biri kızıl saçlı üç birbirinden güzel hatun dans ediyor. Kim inanır o şarkının meçhul sevgiliye yazıldığına?!”
Bu aralar her yer bahar şenliği, bütün üniversiteler coşmuş durumda ya aklıma geldi. Bedük enteresan adam.
Bundan birkaç sene önce bahar şenliğine konsere geldiğinde tanışmıştım. Sakin, güler yüzlü, şeker falan biri. Elektronik müzik dinlemem ya bir süre insanı içine alan güzel bir ritmi var şarkılarının. Bildiğimiz sanatçı kaprisi modundan da çok uzak adam. Enteresan görüntüsüne rağmen evli barklı, iki çocuğu ile mutlu aile babası bir yandan da. Röportajlarında da gördüğüm kadarıyla öyle sansasyonel, muhalif söyleme sahip falan bir adam da değil. Diye düşünüyordum… Taa ki bu şarkısını dinleyene kadar.
Şarkı aslında Gezi’den aylar önce çıkan bir albümde yer alıyor. Sözlerini dinleyince, mümkün değil diyor insan ama öyle. Klip derseniz, Gezi’den bir araya getirilen görüntülerden oluşan klip Bedük’ün resmi kanalından yayınlanıyor. Söz-müzik Bedük’e ait. Her zaman tercih edemem ama arada bir Bedük dinlemek iyi geliyor, deneyin derim.
come together that’s how we do don’t ever look behind, all for the cause that we deserve to live like we ever did. go on and dance away tonight
ıt’s a riot
he runs around screaming knows the power they gave him blinded by the hands of the 50 they twist and shout but not like lennon
someone stand an stop start feeling who you are that’s how we’ll breathe don’t dig too deep
start a riot
come together that’s how we do don’t ever look behind, all for the cause that we deserve to live like we ever did. go on and dance away tonight
ıt’s a riot
he gets away with everything more in the pocket more millions every other second it’s what they wish hold up in denial but it’s not living
80 kuşağı mensupları için Steven Tyler’in çığlığını hatırlamanın zor olmadığını sanıyorum. Hele klipleri. Sanırsın en sevilen Amerikan filmleri. Babasının kliplerinden keşfettiğimiz Liv Tyler ve Alicia Silverstone’un merakla beklenen maceraları. Teenage kuduruğu iki kız, atlarlar arabaya, yolda da her seferinde birbirinden çekici delikanlılarla maceralar yaşarlar, aşık olurlar, aldatılırlar, hırsızlık yaparlar…
Bu sabah Sinem Vural’ın Hürriyet’teki Steven Tyler röportajını okurken aklımdan bir sürü Aerosmith şarkısı geçti. İlk Cryin’ dinledim sonra Dream on, I Don’t Wanna Miss a Thing falan derken bütün gün geçti. İlk kez İstanbul’a geliyorlarmış konser için hatta 12 gün kalacaklarmış. Gitsek, dinlesek, ne güzel olurdu…