Hep başkalarının mı balkon konuşması olacak? Bizim de balkon konuşmalarımız var… Şarkı söylemelerimiz, şiir okumamız… diardi’nin yeni bir şarkı çalmaya başlarken, “ayyy” diye başlayan iç geçirmeleri ya da “Hâlâ Bülent Ortaçgil çalmamana şaşıyorum”ları var. Arda’nın ‘düş sokağı sakinleri’ özlemleri var. “O şarkı bana şu şiiri anımsattı”lar var bi de.. hem de aynı anda.. “Sıradaki şarkı şuna gelsin” ler olduğu gibi “sıradaki şarkı şuna girsin”ler var. (ki o genelde ben oluyorum) youtube’un bize anımsattıkları var, bizim youtube anımsattıklarımız olduğu gibi. bi de hiç bitmeyen kapanış şarkıları var. hatta apartman içinde çalmaya devam eden…
haa bir ara da oturup, Eternity And A Day izliycez…
Çay, ayrı bir mevzudur. Bir çok konudan ayrı ve derin hatta. Her ortama giren, her türe uyan “bir şey”den bahsediyoruz burada. Acısı da tatlısı da olan “bir şey”.
Bir sokak arasında, balkon sefasında, iki dostun arasında, bir hasta odasında, üniversite kantinlerinde, piknikte, gecenin bir yarısında ve sabahın kör saatlerinde, yola düşmeden önce, şehirler arası mola yerlerinde… Tanımadığınız bir mekanda, tanımadığınız bir kimsenin karşısına oturup bir içki söylemek farklı anlamlara hasıl olur da. Çay söyleyip, tanımadığın birisinin masasına oturmanın, hiç konuşmadan karşılıklı çay içmenin lafı bile olmaz düşünün. Yeri zamanı, kişisi, mekanı olmadı olmaz..Bazen boş boş baktığımız o ince belli çay bardağına bir sor, neler neler bilir o..Anlatmaz..
Kavganın da, dostluğun da, sırların, ayrılığın her adımında…Yerine kahve koymaya kalkanlar da olur da..Uymaz o bir türlü. Çay, ayrı bir mevzudur. Çay insanın aklına düştü mü, rakı, bira, votka ve benzeri içecekler hikayedir bilesiniz. Onlarla efkar dağıtılır, neşe perçinlenir falan. Çay öyle mi? Ona öyle yaslanamazsın, o da sonrasında sana yaslanmaz. Ona kahredemezsin, o da sana etmez. Efendi ve ekabirdir o… Bozmaz kendini..Öyle demiyle, rengiyle, efendi gibi. Bir sözü yoktur örneğin, bir adabı. Çaydanlıkla –demlik. Birşey söylemez..Eşlik eder.
Ekibe olur olmaz yerlerde “Çay içelim mi?” demişliğim olduğu doğrudurJ O kadar içilmiş gecelerin sonunda “durun bir çay demleyelim” demişliğim, ülkelerden, şehirlerden çay taşımışlığım ve çoğunu kendi içmişliğim..
Demem o ki; paylaşmak istediğimdendir “çay halini”..
Kirpi’nin Zerafeti’ni okurken (ki bu kitap ayrı bir yazı konusudur), çayın zerafetine rastladım.. Şu an her biri bir tatil yöresinde ya da ofis masasında çaylanan ekibe gelsin;
Hadi bi çay içelim mi? 🙂
“O halde, bir fincan çay içelim;
13. yüzyıldaki Moğol kabilelerinin isyanına, ölümlere ve yıkımlara yol açtığı için değil, Song kültürünün meyvelerinden en değerlisini, çay sanatını yok ettiği için üzülüen Çay Kitabı’nın yazarı Kakuzo Okakura gibi ben de çayın önemsiz bir içecek olmadığını biliyorum. Bir ritüel halini aldığında, küçük şeylerdeki büyüklüğü görme yeteneğinin merkezini o oluşturur. Güzellik nerededir? Diğerleri gibi ölmeye mahkum büyük şeylerin içinde mi yoksa hiçbir iddiada bulunmadan, anın içine bir sonsuzluk tomurcuğu yerleştirmeyi bilen küçük şeylerde mi?
Çay ritüeli, aynı jest ve yudumlamaların bu değerli sürdürülüşü, basit , sahici ve rafine duyumlara bu yükseliş, çay yoksulların olduğu kadar zenginlerin de içeceği olduğundan bir aristokrat zevkine sahip olma izninin pek az masrafla herkese bu verilişi; yani çay ritüeli , hayatlarımızın saçmalğında dingin bir uyum gediği açmak gibi olağanüstü bir erdeme sahiptir. Evet, evren boşulkla elbirliği yapar, kayıp ruhlar güzelliğe ağlar, anlamsızlık bizi kuşatır. O halde, bir fincan çay içelim. Sessizlik olur, dışarıda esen rüzgar işitilir, sonbahar yaprakları hışırdar ve uçuşur , kedi sıcak bir ışık içinde uyur. Ve her yudumda zaman iyice yücelir”
“Yıllar insana farklı anları, farklı insanları, farklı şarkıları hatırlatır. Ya da tersten düşünürsek, farklı şarkılar, insana farklı anları, yılları, insanları hatırlatır. (Aman ne yaratıcı tespitler!)
2003 senesi denilince, aklıma çömez bir stajyer avukat geliyor. Şu an dünyanın dört bir ucuna dağılmış ev arkadaşları ile paylaştığı Şirinyer’deki evinden her sabah 70 numaralı otobüsle Alsancak’a işe giden, öğrenciliği boyunca kalkmadığı kadar erken saatte kalkmaya başladığı için her sabah otobüs camına kafasını dayayıp uyuyan, bu esnada kulağında walkman’inden dönen müzikle ayak üstü rüyalar gören, gelecek kaygıları tavan yapmış tıfıl bir denyo! (İşte benim Bruno Müren!)
İşte o yılıma fon müziği olmuş bir albüm vardı; Metropolis’in bence bir efsane olan ilk albümü “Makine”. 10. yılını dolduran bu albüm, bence son on yılda bu topraklardan çıkan en sağlam işlerden biri. Hala her şarkısını 70 numaralı otobüsün güzergahı kadar net hatırladığım bu albümde bir şarkı vardır ki, walkman’imde kaç pil yemiştir bilemem:
Şarkının orjinal bir video klibi yok, o nedenle film sahnelerinden kolajlanarak yapılmış şu videodan dinleyebilir, arada Nuri Bilge’den Demirkubuz’a, Kim Ki Duk’a kadar birçok yönetmenin filminden sahneler izleyebilirsiniz.
Çok sevdiğim şarkıların cover’lanmasını pek sevmem. Genelde kötü sonuç doğurur çünkü. Melis Danişmend’i çok sevsem de ve cover yorumlarının meftunu olsam da, bu şarkıyı konserlerde akustik tonda söylediğini duyunca “Eyvah” demiştim. Ama bir Bios gecesinde canlı olarak tanıklık ettiğim üzere o hali de pek şukela olmuş. Ahanda Melis Danişmend akustik versiyonu da burada;
“GEL GÖR BENİ”
“gel gör beni bu aşk neyledi yine dönmedim bak ölmedimsen bıçak sırtı kemiklerime dayalı ben biley taşı satılmış bir ruh sanadar bu yol, gidilmiyor bastığım yer bir var bir yok gel de gör, zehir bu yol kaç milattır anlayan yok tepemde cellat zaman elim kolum bağlı koparsa kopsun başım zaten yerde aklım
ben bir seferi adam sen o vazgeçilmez kadın bak şimdi her şey talan ömür yalan dolan
gel gör beni bu aşk neyledi gel gör beni aşkın zehir gibi”
İşte böyle panpalar. Bazen bu on yıl nasıl geçti, ben o arada ne yapıyordum diyesim geliyor ama muhabbeti iyice “Evkaf’tan emekli Hakkı Amca ile kahvehane günlüğü” kıvamına bağlamamak adına uzatmıyorum!
Geçenlerde Emin’in doğum günüydü biliyorsunuz. Alsancak’ın benim için yeni, bisikletçiler içinse belki de eski -bilemiyorum- mekanı Cinatı’nda oturduk. Malum tayfada pedaltepiciler çok. Özgü’nün biricik “aşk”ı, Özgü’nün o “Aşk” tonlamasını nereden çaldığını bilenler bilir, Cemre, Emin’e hediye olarak tabii ki bir Ortaçgil söyledi. Hastayım, falan demesine bakmadık tabii biz, yine çok başarılıydı.
“Tamam Emin Ortaçgil hastasıdır da bence bu akşam biri söyleyecekse Fırt Emin’i söylesin yaaa…” dedim, benim yaaa’nın son aa’ları havada kaldı. Zira kimse bu şarkının adının Fırt Emin olduğunu bilmiyormuş. Yeni jenerasyon işte ne yapacaksın… Yaşar Kurt, Ankara’nın Kolej’i, 3 katlı apartmanın terası ve tüm terastakiler için gelsin…