Aynı terasa açılıyordu yan yanaydı kapılarımız kaldığımız pansiyonda. Akşam üzerleri karşılaşıyorduk, ortak duş, ortak mutfak, çekingen bir selamlaşma. Aynı terasta yan yana kuruyordu çamaşırlarımız, bu ürpertiyordu beni; acemi, tutuk bir kaç sözlük eşliğinde beyaz şarap içerek aynı terasta seyrediyorduk günbatımını, bu da ürpertiyordu beni.Işığın azalan şiddetinde yan yanaydı terasa vuran gölgelerimiz ve karışıyordu birbirine.
Elimizde olmadan gülümsemiştik bakışlarımız çarpıştığında, sahildeydik ve aynı kitabı okuyorduk ilk karşılaşmamızda.
Sezon açılmamıştı, seyrekti sahiller, daha erken yaz gülümsüyordu.
Pansiyon önündeki sandalların kıpırtısı, çiçeklerin çekingen dirimi, günbatımıyla gölgelenmiş alanların rengi kalmış aklımda. İkimizde yalnızdık ve birbirimize ilişmemeye çalışıyorduk adını kimselerin bilmediği o uzak sahil kasabasında.
Oysa güneşin batışını izlemek gibi kendiliğinden bir birlikteliğe dönüştü paylaştığımız şeyler.
Birbirinden kamaşmaya başlamıştı tenlerimiz dokunmasan da yanındaki gövdeyi duymanın şiddetine dönüşmüştü aramızdaki çekim.
Tenin çağrısı hazırdı kendine kurulan bütün tuzaklara.
O akşam terastaydık gene. Gün çoktan batmıştı. Çamaşırlar asılıydı uzaktan şarkılar geliyordu ve kekik kokuları. Nedense her zamankinden başka bakıyordun bana.
Sonra usulca dedin ki:
‘İlk kez bir erkeğin tenine dokunma isteği duyuyorum içimde.’
Benim için yaz başlamıştı.
‘Dokun öyleyse,’ dedim.
Sustun.Uzun uzun baktık birbirimize.Kendine nasıl karşı koyduğun okunuyordu yüzünün derinliklerinde.Sonra hiçbir şey söylemeden usulca kalktın, odana gittin, yavaşça örttün kapını. Saatlerce orada, gecede ve o terasta kaldım.
Sabah uyandığımda odanın kapısı açıktı, eşyalarını toplayıp gitmiştin baktım. Yalnızca terasta unuttuğun havlu çırpınıyordu rüzgârda.
Bir daha hiç rastlamadım sana, hiçbir yerde hiçbir yazda. Düşünüyorum aradan tam on üç yıl geçmiş.On üç yıl önce içinde uyanan isteğin anısı saklı duruyor mu sende?
Birden adını hatırlamadığımı fark ettim bu şiiri yazarken, ama terasta çırpınan havlunun rengi hâlâ gözlerimin
önünde.
On üç yıl sonra şimdi sevgilimden ayrıldığım bu derin, bu kavurucu günlerde neden ansızın aklıma düştüğünü sordum kendi kendime. Sonra anladım:
Bir aşk birçok aşktan yapılıyor ve ayrılınmıyor hiçbir seferinde.
Mustafa Avkıran ne yazık ki benim de dizilerde oynamaya başlamasından sonra hayatıma giren bir isim. Her zaman iyi karakter oyunculuğu ile başarılı performanslara imza atan bir isim. NTV Radyo’daki Telli Kitap programını da çok severdim. Kesinlikle çok başarılı bir kültür-sanat programıydı. Sadece bir sene sürmesi üzücü tabii. Bu arada garajistanbul’un fikir babası olduğunu bugün tesadüfen öğrendim. Hatta, Tanju Okan’ın “Kime ne” şarkısını söylemek isteğinden çıkılan yolun Sabahlar Olmasın diye bir albüme vardığını da… Oyunculuğu, müzisyenliği, rejisörlüğü, Murathan Mungan projeleri, müzisyenliği falan derken, kesinlikle bir ara ilgilenilmesi gereken bir isim. Bir kenara not edile…
Kibritle oynarken yangın çıkaran sarsak yıllar Bir daha hiç geçit vermeyen veda sözleri Yılların sıradağlarında uzaklaştı bizden Yüreğimizden kopup giden ayrılık trenleri Biliyorum aynı lambaların aydınlattığı yalnızlık da geçti Aldatılmış duygulardan ayrı ayrı geçerek vardığımız korunaklı siperler Senin içini ürperten geceleri ben duymadım mı içimde? Hayat her şeyi alır sanırken Oyunlarımızı ıslatan yağmurlarda kaldı Bir bizim icat ettiğimiz saatler İlk öğrenilen yalnızlık aslında geç keşfedilir Dalgın resimlerin derinleştirdiği mazi Gün gelip bütün zamanları ele geçirdiğinde Anlarsın başkalarına giden bizden çalınmış günler Ne zamandır buradayım Gel öp beni Neredeysen ve nasılsan önemi yok gel öp beni Suyunu,uykunu,azığını uzun tut gel öp beni Birbirimizi bağışlayacak, birbirimize yeni sözcükler bulacak, Ölmeden önce yeniden görüşüp konuşacak yaşa gelmedik mi? İkinci ufkun saatindeyiz şimdi Gözlerim trenlerde, gel öp beni.
“En beğendiğiniz film hangisi?” sorusuna Closer yanıtını verir miydim bilmiyorum ama kesinlikle en etkilendiğim filmler arasında ilk 10’da yeri vardır. Hatta ne ilk 10’u, ilk 5’e sokarım. Konu Jude Law ya da Julia Roberts’ın oyunculuğu falan değil, repliklerin gerçekliği sanırım. Yani gerçek repliklerden de öte, sanırım insanın aklından geçeni belli bir kalıba sokmadan, allayıp pullamadan ya da yanlış anlaşılmasını engellemeye çalışmadan söylemesi. Hepimizin başına gelir ya, demek istediklerimiz, düşündükten sonra ağzımızdan çıkanlar ve asıl aklımızdan geçenler…
Bugün Oyun Atölyesi’nin yeni oyunu Nehir’de bunu bir kez daha düşündüm. Çok kalıp bir cümledir ya Murathan’ın “Ben sende bütün aşklarımı temize çektim…” deyişi. Herkes aynı cümleyi kurmaya çalışır, ilişkisinin bir yerine iliştir(ebil)meye özenir falan filan da söyleyen de yalan söyler genelde ve bunun da fena derecede farkındadır. Eksik bir aşkı başkasına yaşatmanın verdiği kekremsilik bir tek bunu bilen tarafı rahatsız etse de ilişki pratiği olanlar genelde algılar hikayenin bir başı ve kendisi ile bitmeyecek bir sonu olduğunu. O yüzden “salağı oynamak” bazen ilişkiyi kurtarsa da, gerçek bir ilişki yaşamak isteyenler için tek yönlü bitiş bileti kangreni sona erdiren darbedir. Bütün bunları yaşarken kendin olabilmek, kendin kalabilmek, kendin olarak o ilişkinin içinde var olabilmek ve bir ilişki var edebilmek de başlı başına bir problemdir zaten. Yıllar önce biri, “Her erkeği mutlu edebilirim. Ne istediklerini keşfettikten sonra ilişkiyi sürdürmek ne kadar zor olabilir ki? Yeter ki canım istesin..” demişti. Şu an kendisinin hangi rolü oynadığını merak ediyorum….
Haluk Bilginer’in artık oyunculukta aşmışlığına Ayça Bingöl ve Canan Ergüder’in başarılı performanslarını ekleyince, bana “Closer’ın tiyatro versiyonu” dedirten bir oyun çıkmış ortaya. Adını şu an bilemediğim ama geçen yıllarda 7 Shakespeare’de izlediğim şeker hatunu ve Tolga Çebi’nin de müziklerini eklersek, kesinlikle izlenmesi gereken bir oyun derim.
Hayat enteresan bir döngü ve hepimiz iyi ya da kötü, güzel ya da çirkin, kendi tercihlerimizi yaşıyoruz. Şu an ne yaptığımızı durup bir gözden geçirmek için verilecek iyi bir mola Nehir…
Eylül bitti..Tamam..Ekim de toparlanır gider ona da tamam..Eylül’ün hani böyle yazdan bir türlü kopamamış yanı var ya..Naif, titreyen bir yeşil yaprak Eylül..Bir türlü ayrılamayan aşıklar gibi Yaz ile Eylül .. 2013 Eylül’ü..Güzeldin..Yine gel..
Bir de Eylül, yalnızca bir ay değil CAN’dır bizde:))
kaldırıp başımızı okuduğumuz kitaplardan birbirine değince gözlerimiz değince gözlerimiz birbirine okuduğumuzu anlardık ya da her satır yerleşirdi şiirdeki yerine kafamızda hiçbir belirsizlik kalmasın diye
elbet sığ yanlarım vardır benim de işlemeye vakit bulamadığım, zamanın yetmediği ya da başka şeyler diyelim güneşle aramıza giren kara bulutlar gibi şu mevsimsiz iklimler yoksunsa küçük şeylerden, gündelik ayrıntılardan hayatım ve şiirim her sevdayı bir masal, her masalı bir destan gibi yaşıyorsa yüreğim gözlerimi sıklaştırıyorsa demir parmaklıkların gölgesi duyarlığım mecbur geziniyordur şimdi o mağrur dağ doruklarında demek ki ne denli dirensek de sevgilim tarihle yüzleşsek de bitmeyecek bu kavga, bu feodal kasırga demek ki hükmü sürmektedir dağların coğrafyada üzgün müyüm, dedin? yoo, hayır merak etme sen beni
Ölü bir yılan gibi yatıyordu aramızda
Yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim
Oysa bilmediğin birşey vardı sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim
İmrendiğin, öfkelendiğin
Kızdığın, ya da kıskandığın diyelim
Yani yaşamışlık sandığın
Geçmişim Dile dökülmeyenin tenhalığında
Kaçırılan bakışlarda
Gündeliğin başıboş ayrıntılarında
Zaman zaman geri tepip duruyordu.
Ve elbet üzerinde durulmuyordu.
Sense kendini hala hayatımdaki herhangi biri sanıyordun,
Biraz daha fazla sevdiğim, biraz daha önem verdiğim.
Başlangıçta doğruydu belki.
Sıradan bir serüven, rastgele bir ilişki gibi başlayıp,
Günden güne hayatıma yayılan, varlığımı ele geçiren,
Büyüyüp kök salan bir aşka bedellendin.
Ve hala bilmiyordun sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim
Anladığındaysa yapacak tek şey kalmıştı sana
Bütün kazananlar gibi
Terk ettin.
…