Dünyanın en zor şeylerinden biri bence köşe yazarlığı. Bloggerlık o yüzden mis.. Hani sürekli sayfam tıklansın, mecralardan mecralara akayım derdin yoksa, yazmışsın, yazmamışsın pek de fark etmiyor. En azından yazmadığın için kimse seni işten kovmuyor. Ha okumayı sevenler bekler.. ama onlar da bilir ki, zorlama yazmaya kalksan kekremsi olur tadı. Yazma daha iyi!
Atilla Atalay, hangi kitabında hatırlamıyorum ama Şakacı yazısında duruma fena derecede noktayı koymuştu:
“Bazen konuşamaz, diyemez oluyorum… Kalemi sıkıyorum, elime yapışıyor… Tüm dünya üstüme geliyor… Kalemleri gökyüzüne fırlatıp duvarlara tükürüyorum… “Beklerler” deyip “o gülünçlü yazılardan” yazarken, elimdeki kalemi kocaman bir direk gibi hissediyorum… Ben o koca direkle, kan ter içinde, bir o tarafa bir bu tarafa savrula savrula debelenirken, birileri şaka yapıyorum sanıp gülüyor… Anlatamıyorum.”
Bugün de twitter’da pek çok kişi gibi benim de paylaştığım Sercan Sarıkaya’nın Journo’da yazdığı “8 adımda Ahmet Hakan gibi yazı yazma kılavuzu”nu okuyunca önce kahkahayla güldüm, sonra Mikro’yu hatırladım. Hatırladım da, en zoru bu yazıya şarkı uydurmak oldu. Bunun da kılavuzu var mıdır acaba?
Emin bu blogu açtığında hepimiz aslında tam olarak ne yapacağımızı bilmiyorduk. İşimiz yazmak, gücümüz yazmak da hep iş. Hepimizin çiziktirdiği şeyler vardı elbet kendi kendimize konuştuğumuz. “Yazsak bundan ne hikayeler çıkar” ya da “Açma eski defterleri!” dediğimiz birbirimize ama böyle bir günlük tutmak hiçbirimizin aklına gelmemişti. Teknoloji Bakanımız Emin işte…
Şimdi geriye dönüp bakıyorum da, ne günler geçmiş gerçekten. Sevinçler, düğünler, ölümler, isyanlar, aşklar ve ayrılıklar, kör öfkeler, küskünlükler, affedişler ve unutuşlar. Aramıza katılanlar olmuş, aramızdan ayrılanlar. Boşluğu hiç doldurulamayanlar, gelip gidişi fark edilmeyenler. Şimdi kör topal devam ediyoruz bu dijital günlüğü tutmaya. Daha ne kadar devam eder bilmem.
Woody Allen’ın Paris’te Bir Gece’de dediği, Adele’nin çığlık çığlığa ses verdiği gibi hep eskileri özleyeceğiz sanırım. Bugünün farkına varabilmek için üzerinden hep daha çooook zaman geçmesi gerekecek. Belki bir gün bu günleri de özleriz. Belki daha güzellerini yaşar ama fark etmeyiz.
Yavuz Hakan Tok’un blogunda aslında Göksel’in Harbiye açıkhava konserine dair değerlendirmesini okurken denk geldim Milliyet Sanat için yapılan Oya Bora röportajına. Sonra youtube’dan sevdiğim şarkılarını aradım ama bulamadım derken, bilmediğim ama dinleyince sevdiğim bir şarkılarına denk geldim.
Pop müziğin yeni yeni şekillenmeye başladığı dönemde yaptıkları iyi albümler, ardından gelen dizi ve film müzikleri için söylenecek çok şey var belki ama röportajın en sevdiğim cümlesi Oya Küçümen’den gelmiş Tok kendilerine “Oya Bora ikilisinin kült hale gelmesinde, bugün hâlâ o dönemde çok küçük yaşta olanların bile hatırladığı, sevdiği bir dönem ikonu olmasının sebebi ne peki sizce?” diye sorduğunda:
“Ben biraz bizi gerçek dışı bir âlemde hayal eden dinleyicilere bağlıyorum. Hani Peter Pan masalı gibi bir hayal dünyası vardır ya; orada kötülük yoktur, orada ihanet yoktur, orada acı çekilmez. Bizim şarkılarımızı dinleyen insanlar bizi ve kendilerini biraz da o dünyanın insanı gibi görüyorlar.”
Naiflik her daim devam eden, sonradan edinilemeyip kökten var olan bir özellik sanırım.
Ben Peter Pan alemine doğru yol alıyorum biraz…
Çay, ayrı bir mevzudur. Bir çok konudan ayrı ve derin hatta. Her ortama giren, her türe uyan “bir şey”den bahsediyoruz burada. Acısı da tatlısı da olan “bir şey”.
Bir sokak arasında, balkon sefasında, iki dostun arasında, bir hasta odasında, üniversite kantinlerinde, piknikte, gecenin bir yarısında ve sabahın kör saatlerinde, yola düşmeden önce, şehirler arası mola yerlerinde… Tanımadığınız bir mekanda, tanımadığınız bir kimsenin karşısına oturup bir içki söylemek farklı anlamlara hasıl olur da. Çay söyleyip, tanımadığın birisinin masasına oturmanın, hiç konuşmadan karşılıklı çay içmenin lafı bile olmaz düşünün. Yeri zamanı, kişisi, mekanı olmadı olmaz..Bazen boş boş baktığımız o ince belli çay bardağına bir sor, neler neler bilir o..Anlatmaz..
Kavganın da, dostluğun da, sırların, ayrılığın her adımında…Yerine kahve koymaya kalkanlar da olur da..Uymaz o bir türlü. Çay, ayrı bir mevzudur. Çay insanın aklına düştü mü, rakı, bira, votka ve benzeri içecekler hikayedir bilesiniz. Onlarla efkar dağıtılır, neşe perçinlenir falan. Çay öyle mi? Ona öyle yaslanamazsın, o da sonrasında sana yaslanmaz. Ona kahredemezsin, o da sana etmez. Efendi ve ekabirdir o… Bozmaz kendini..Öyle demiyle, rengiyle, efendi gibi. Bir sözü yoktur örneğin, bir adabı. Çaydanlıkla –demlik. Birşey söylemez..Eşlik eder.
Ekibe olur olmaz yerlerde “Çay içelim mi?” demişliğim olduğu doğrudurJ O kadar içilmiş gecelerin sonunda “durun bir çay demleyelim” demişliğim, ülkelerden, şehirlerden çay taşımışlığım ve çoğunu kendi içmişliğim..
Demem o ki; paylaşmak istediğimdendir “çay halini”..
Kirpi’nin Zerafeti’ni okurken (ki bu kitap ayrı bir yazı konusudur), çayın zerafetine rastladım.. Şu an her biri bir tatil yöresinde ya da ofis masasında çaylanan ekibe gelsin;
Hadi bi çay içelim mi? 🙂
“O halde, bir fincan çay içelim;
13. yüzyıldaki Moğol kabilelerinin isyanına, ölümlere ve yıkımlara yol açtığı için değil, Song kültürünün meyvelerinden en değerlisini, çay sanatını yok ettiği için üzülüen Çay Kitabı’nın yazarı Kakuzo Okakura gibi ben de çayın önemsiz bir içecek olmadığını biliyorum. Bir ritüel halini aldığında, küçük şeylerdeki büyüklüğü görme yeteneğinin merkezini o oluşturur. Güzellik nerededir? Diğerleri gibi ölmeye mahkum büyük şeylerin içinde mi yoksa hiçbir iddiada bulunmadan, anın içine bir sonsuzluk tomurcuğu yerleştirmeyi bilen küçük şeylerde mi?
Çay ritüeli, aynı jest ve yudumlamaların bu değerli sürdürülüşü, basit , sahici ve rafine duyumlara bu yükseliş, çay yoksulların olduğu kadar zenginlerin de içeceği olduğundan bir aristokrat zevkine sahip olma izninin pek az masrafla herkese bu verilişi; yani çay ritüeli , hayatlarımızın saçmalğında dingin bir uyum gediği açmak gibi olağanüstü bir erdeme sahiptir. Evet, evren boşulkla elbirliği yapar, kayıp ruhlar güzelliğe ağlar, anlamsızlık bizi kuşatır. O halde, bir fincan çay içelim. Sessizlik olur, dışarıda esen rüzgar işitilir, sonbahar yaprakları hışırdar ve uçuşur , kedi sıcak bir ışık içinde uyur. Ve her yudumda zaman iyice yücelir”
“Yıllar insana farklı anları, farklı insanları, farklı şarkıları hatırlatır. Ya da tersten düşünürsek, farklı şarkılar, insana farklı anları, yılları, insanları hatırlatır. (Aman ne yaratıcı tespitler!)
2003 senesi denilince, aklıma çömez bir stajyer avukat geliyor. Şu an dünyanın dört bir ucuna dağılmış ev arkadaşları ile paylaştığı Şirinyer’deki evinden her sabah 70 numaralı otobüsle Alsancak’a işe giden, öğrenciliği boyunca kalkmadığı kadar erken saatte kalkmaya başladığı için her sabah otobüs camına kafasını dayayıp uyuyan, bu esnada kulağında walkman’inden dönen müzikle ayak üstü rüyalar gören, gelecek kaygıları tavan yapmış tıfıl bir denyo! (İşte benim Bruno Müren!)
İşte o yılıma fon müziği olmuş bir albüm vardı; Metropolis’in bence bir efsane olan ilk albümü “Makine”. 10. yılını dolduran bu albüm, bence son on yılda bu topraklardan çıkan en sağlam işlerden biri. Hala her şarkısını 70 numaralı otobüsün güzergahı kadar net hatırladığım bu albümde bir şarkı vardır ki, walkman’imde kaç pil yemiştir bilemem:
Şarkının orjinal bir video klibi yok, o nedenle film sahnelerinden kolajlanarak yapılmış şu videodan dinleyebilir, arada Nuri Bilge’den Demirkubuz’a, Kim Ki Duk’a kadar birçok yönetmenin filminden sahneler izleyebilirsiniz.
Çok sevdiğim şarkıların cover’lanmasını pek sevmem. Genelde kötü sonuç doğurur çünkü. Melis Danişmend’i çok sevsem de ve cover yorumlarının meftunu olsam da, bu şarkıyı konserlerde akustik tonda söylediğini duyunca “Eyvah” demiştim. Ama bir Bios gecesinde canlı olarak tanıklık ettiğim üzere o hali de pek şukela olmuş. Ahanda Melis Danişmend akustik versiyonu da burada;
“GEL GÖR BENİ”
“gel gör beni bu aşk neyledi yine dönmedim bak ölmedimsen bıçak sırtı kemiklerime dayalı ben biley taşı satılmış bir ruh sanadar bu yol, gidilmiyor bastığım yer bir var bir yok gel de gör, zehir bu yol kaç milattır anlayan yok tepemde cellat zaman elim kolum bağlı koparsa kopsun başım zaten yerde aklım
ben bir seferi adam sen o vazgeçilmez kadın bak şimdi her şey talan ömür yalan dolan
gel gör beni bu aşk neyledi gel gör beni aşkın zehir gibi”
İşte böyle panpalar. Bazen bu on yıl nasıl geçti, ben o arada ne yapıyordum diyesim geliyor ama muhabbeti iyice “Evkaf’tan emekli Hakkı Amca ile kahvehane günlüğü” kıvamına bağlamamak adına uzatmıyorum!